İvan Sergeyeviç Turgenyev (1818-1883): Yapıtlarıyla, 19. yüzyıl Rus klasikleri arasında Avrupa’da ve ülkemizde ilkönce çevrilen ve tanınan yazarlardan biri olmuştur. İlk Aşk ve İlkbahar Selleri’nden Duman ve Ham Toprak’a pek çok nitelikli öykü ve roman yazmış olmasına karşın, Turgenyev adı günümüzde de, 1862’de yayımlanan ve nihilizmin simgesine dönüşen oğul Bazarov tipini yarattığı Babalar ve Oğullar romanıyla özdeşleşmiş gibidir.
Ergin Altay (1937): Yusuf Ziya Ortaç’ın Akbaba dergisinde yayımlanan ilk öykü çevirisi Zoşçenko’dan günümüze, son elli yılın en önemli Rusça çevirmenlerindendir. Dostoyevski ve Tolstoy kadar, Gogol, Gonçarov ve Çehov da Altay’ın yetkinlikle dilimize kazandırdığı yazarlar arasındadır.
Kitaptan;
I
– Ne o, Pyotr? Hâlâ görünürlerde yok mu?
Kırkını biraz geçkin bir beyefendi, 1859’un 20 Mayıs’ında şapkasız, toz içinde paltosuyla, ekose pantolonuyla…
Babaya Mektup
Kafka’nın babası Hermann Kafka’ya Kasım 1919’da yazdığı bu mektup, alıcısına hiçbir zaman ulaşmadı. Yazarın yapıtlarına ve esin dolu dünyasına adım atmak için mükemmel bir giriş metni olan mektup, aynı zamanda 20. yüzyıl edebiyat tarihinin büyük itiraflarından biri sayılabilir.
Kafka, suçlayıcı bir tonla hafif bir ironinin birbirine karıştığı mektubunda, babası tarafından kabul görme talebini dillendirir. Aslında babasıyla arasındaki yabancılaşma ve iletişimsizliği; yapıtlarının çoğunda kendine mesele edindiği daha geniş kapsamlı varoluşsal bir açmazın parçası olarak görüyordu. Yazar evliliğe ve yetişkin bir erkek olmaya hazırlanan Georg Bendemann adlı karakterinin babası tarafından ölüme mahkûm edildiği Yargı adlı öyküsünde olduğu gibi; evlenememesinden ve yetişkin olamamasından babasını sorumlu tutuyordu.
Başarılı bir işadamı olan Hermann Kafka’nın oğluyla ilişkisinde, işlerini devam ettirecek tek erkek evladına yönelik geleneksel beklentisi belirleyici olmuştu. Bu, yeni oluşmuş ataerkil Yahudi orta sınıfının yaşadığı tipik baba-oğul çatışmasının yaygın bir örneğiydi aslında.
FRANZ KAFKA (1883-1924): Çek asıllı Avusturyalı yazar, Prag’da dünyaya geldi. Çağımızın en büyük yazarlarından biridir. Yapıtlarını edebiyat tarihinin belirli bir akımına dahil etmek zordur. Taşralı Çek bir babayla, burjuva bir Alman Yahudisi annenin çocuğuydu. Prag Üniversitesi’nde hukuk öğrenimi gördü. Die Verwandlung (Dönüşüm), Das Schloss (Şato), Der Prozess (Dava) ve Amerika önemli yapıtları arasındadır. Öykü ve romanlarında çağımız insanının korkularını, yalnızlığını, kendine yabancılaşmasını ve çevresiyle iletişimsizliğini ele aldı. 1924’te vereme yenik düşerek yaşama veda etti.
Balonla Beş Hafta – Kısaltılmış Metin
Kraliyet Coğrafya Derneği’nin 14 Ocak 1862 tarihindeki toplantısında yapılan açıklama, bilim dünyasında büyük bir heyecan dalgası yarattı. Doktor Fergusson, Afrika kıtasını boydan boya geçmeyi planlıyordu.
Tabii bu, pek de yeni bir fikir değildi. O güne kadar birçok cesur kâşif, gizemli kıtanın sırlarını ortaya çıkarmak için yollara düşmüş ve büyük bir bölümü de bu yolda hayatını kaybetmişti. Bazı kâşifler ise gezilerini belli bir alanla sınırlamış ve sadece birkaç bölgeyi geçebilmişlerdi.
Doktor Fergusson yolculuğuna Hint Okyanusu’ndan başlayacak, kıtayı baştan başa geçecekve Atlantik Okyanusu’na ulaşacaktı.
Doktor’un fikri çılgınlık olarak kabul edildi. O günün şartlarında büyük bir ordu bile bu yolculuğu tamamlayamazdı. Aslında Doktor Fergusson’un planı insanların düşündüğünden çok daha çılgındı, çünkü ünlü kâşif bütün kıtayı bir sıcak hava balonuyla geçmeyi düşünüyordu.
Eğlenceli, heyecanlı, harika bir macera!..
Jules Verne
(1828, Fransa – 1905, Fransa)
Fransız roman yazarı. Bir avukatın oğlu olan Verne, 1847 ile 1849 yılları arasında Paris’te hukuk okudu. Önce devlet memuru, ardından da Amiens’te Belediye Meclisi üyesi oldu. 1857’de Honorine’de Vione’yle evlenen Verne, yaşamının bu döneminde sık sık İngiltere’ye gidip geldi. Bu, aynı zamanda başına her tür kazanın geldiği bir dönemdi; hayatının sonuna kadar topal kalmasına neden olacak deli yeğeni onu ayağından vurdu ve arka arkaya birçok yüz felci geçirdi. Yine de yaşamında olup biten güzel şeyler, hiçbir zaman içindeki umudu söndürmedi. İlk yazılı ürünleri arasında komedyalar ve librettolar vardı; dünya çapındaki ürünün dayandığı bilim kurgu yapıtları ise hayatının daha geç bir dönemine denk gelir.
Üniversite yıllarım, muhasebeci olarak çalıştığım kurumda tadilat var. İnşaat işçileri geldiler. Biz de son işlemlerimizi yaptık, çıkıyoruz. Arkadaşlar çıkınca bir lavaboya
girip, öyle çıkayım dedim. Kızılay’dan Sincan a yolum
uzak. Lavaboya girdim. Çıkıcam çıkamıyorum. Kapının
kolu kırıkmış meğer. Kimseler yok. Lavaboda kapalı kaldım. Bağırsam sadece işçiler var, tanımıyorum, korkuyorum. Sonra küçük havalandırma penceresi gözüme ilişti.
Borulara tutunarak yukarıya tırmandım. Yaptığım sporların faydasını inkâr edemem. Pencereden havalandırma
boşluğu ve diğer lavaboların pencereleri görünüyordu. O
küçük pencereden diğer tarafa geçtim. Dikkatlice indim.
Ve diğer lavabodan çıktım.
Ertesi gün, kapıyı tamire gelen usta durup durup Allah Allah kim kaldı burada, nasıl çıktı anlamıyorum diyordu. Küçük sırrımı söylemedim. Ama çok güldüm.
Suna Binici
Bu kitapta, Özdemir Asaf’ın ölümünden sonra, arkasında bıraktığı defterlerden, dosyalardan seçilmiş şiirlerini bulacaksınız. Bunların büyük çoğunluğu dergilerde bile görünmemiş şiirlerdir.
Özdemir Asaf yoğun düşün ve duyarlıkları, çarpıcı sözcükler seçtiğini sezdirmeden, küçük dizeler halinde işlediği kısa şiirlerle verdi. Daha sonra, kimi bir kitaptan, kimi yaşamdan kopardığı izlenimlerden esinlenerek bilgece dörtlükler yazdı. Kendisiyle birlikte çağıyla ve toplumuyla hesaplaşmalarda buruk öfkesini içinde saklayan yeni taşlama biçimleri getirdi.”
Şükran Kurdakul
“İşimiz zordu. Binlerce şiir arasından bir şiir yapmak gerekiyordu. Özdemir Asaf birçok şiirinin defterlerde ve dergi yapraklarında sararmasını istemiş.
Kİtaplarına almamış. Kitaplarına almadığı eski şiirlerini biz de dışarda bıraktık. Şiir ayıklama işi, seçme işinin büyük bölümünü aldı. Birçok şiiri Özdemir Asaf tamamlamıştı. Gönlümüz rahat, onları kitaba aldık. Bazı şiirler ise birkaç kez yazılmışlardı, bunları da özenli bir eleştirel seçme işleminden sonra kitaba koyduk.”
Doğan Hızlan
Benim Üniversitelerim
Benim Üniversitelerim, Gorki’nin Çocukluğum’ la başlayıp Ekmeğimi Kazanırken’ le devam eden ve Rus dilinde yazılmış en güzel otobiyografilerden biri olarak kabul edilen üçlemesinin son kitabıdır. Gorki’nin üniversiteleri, ona kendi hayatlarının acımasız gerçekliğini öğreten gerçek insanlardır… Toplum dışına itilmiş yersiz yurtsuz aylaklar ve serserilerdir… Açlığı, zulmü ve baskıyı; devlet ve kiliseyle ilişkilerini sorgulayan devrimcilerdir… Kürek mahkûmları gibi sürekli çalışan, hayatlarını aklın rehberliğinde yaşamak isteyenlere düşman olan mujiklerdir…
Devrime yol açan fikirlerin filizlenmeye başladığı bir dönemde yazarın sosyal çevresini bu kesimlerden insanlar oluşturur. Çocukluğundan itibaren yazgısı olan sefil ve hoyrat gerçekliği daha güzel; daha insani bir hayata dönüştürme çabasındaki Gorki, Rus toplumunun devrim öncesindeki umutlarının cisimleşmiş halidir adeta.
MAKSİM GORKİ (1868-1936): Asıl adı Aleksey Maksimoviç Peşkov olan yazar, Nijni Novgorod’da doğdu. Edebiyatta sosyalist gerçekçi yaklaşımın öncüsü kabul edilir. Küçüklüğü Astrahan’da geçti. Beş yaşındayken babası ölüp; annesi yeniden evlenince Nijni Novgorod’a dönerek, orada anneanne ve dedesi tarafından büyütüldü. Dedesinin zoruyla sekiz yaşında çalışmaya başladı. İlk romanı Foma Gordeyev 1899’da, Rus devrimci hareketine adadığı Ana adlı romanı ise 1906’da yayımlandı. 1906’da Rusya’dan ayrılarak, yedi yıl boyunca siyasi sürgün yaşamı sürdü. 1921-28 yılları arasında İtalya’da yaşayan Gorki, 1929’da kesin olarak SSCB’ye döndü ve ölümüne dek orada yaşadı. Yazarın önemli yapıtları arasında; 1913-23 yılları arasında yayımladığı Çocukluğum, Ekmeğimi Kazanırken ve Benim Üniversitelerim’den oluşan üçlemesiyle, Küçük Burjuvalar (1901), Tolstoy’dan Anılar (1919) ve Artamonovlar (1925) sayılabilir.
Sorunları parçalara ayırmaya, dünyayı bölümlemeye daha çok küçük yaşlardan alıştırılırız. Her ne kadar bu, karmaşık işler ve konularla daha kolay baş edebilmemizi sağlarsa da karşılığında görünmeyen, büyük bir bedel öderiz. Bundan böyle eylemlerimizin sonuçlarını göremez olur, daha ileri bir aşamayla bağlantısını kurma yeteneğimizi de yitiririz. Resmi, bir bütün halinde görme çabasına girdiğimizde ise zihnimizde parçaları yeniden bir araya getirmeye, tüm parçaları sıralayıp düzenlemeye çalışırız. Oysa bu boşuna bir çabadır, kırık bir aynanın parçalarını birleştirerek gerçek görüntüye ulaşamayız. Beşinci Disiplin’de sunulan araçlar ve düşünceler, dünyanın birbirinden ayrı, birbiriyle ilişkisi bulunmayan güçlerden yaratıldığı yolundaki yanılsamayı yıkmak içindir. Bu yanılsamadan vazgeçtiğimiz gün “öğrenen örgütler”i kurabiliriz. Bu tür örgütlenmelerde kişiler istedikleri sonuçlara ulaşabilmek için kapasitelerini sürekli genişletirler. Yeni ve coşkulu düşünme tarzları beslenir, kolektif özlemlere gem vurulmaz. İnsanlar, sürekli olarak nasıl birlikte öğrenilebileceğini öğrenirler. Fortune dergisinin bir sayısında denildiği gibi, “liderlik hakkındaki eski, yıpranmış düşüncelerinizi unutun. 1990’ların en başarılı şirketi, öğrenen örgüt olarak adlandırılan birşey olacaktır.” Rakiplerimizden daha hızlı öğrenme yeteneğine sahip olmamız, tek rekabet avantajımız olabilir. Dünya kendi içinde daha bağlantılı hale geldiği ve daha karmaşık ve dinamik özellikler iş dünyasında ağır bastığı sürece, çalışmak daha “öğrenmeci” olmalıdır. Beşinci Disiplin, her yöneticinin başucu kitabı olmaya adaydır.
Jack London’ın Issız Diyarı, yabanı, buz kalpli Kuzey Toprakları’ndaki hayatı konu edindiği ikinci romanı Beyaz Diş’tir. Vahşetin Çağrısı’na kendini bırakmış bir annenin yavrusu Beyaz Diş’in diyarıdır anlatılan. Onun hayranlık uyandırıcı zekâsı ve içgüdüleriyle kendini var edişinin ve “insan tanrılar”ın yaşamına geri dönüşünün enfes hikâyesi… JACK LONDON ya da doğduğunda kendisine verilen isimle John Griffith, 12 Ocak 1876’da San Francisco’da dünyaya geldi. İlk teknesi Razzle Dazzle’la San Francisco Körfezi’nde maceralı bir hayata atıldı. Kaçak istiridye avladı, fok avlayan bir Japon gemisinde tayfalık yaptı, ABD’yi bir başına dolaştı. Yaşam tarzını değiştirmeye karar verip Oakland’a döndü, liseye başladı; sınavlarını dışarıdan vererek üniversiteye girdi. 1897’de altın aramak isteyen binlerce kişi gibi Jack London da Kanada’ya gitti ve bu yolculuk yazarlığının keşfi oldu. Bir yıl kaldığı Klondike hakkında, 1903’te yayımlanan Vahşetin Çağrısı ile 1906’da çıkan Beyaz Diş dahil çok sayıda öyküyü kaleme aldı. 22 Kasım 1916’da, geride bıraktığı 15 eseriyle, hayata gözlerini yumdu. İş Bankası Kültür Yayınları olarak Jack London’ın bütün eserlerini yayımlamayı, Beyaz Diş ile sürdürüyoruz.
Jack London (1876-1916): Asıl adı John Griffith Chaney olan Jack London, 12 Ocak 1876’da San Francisco’da doğdu. Çocukluğunu anne ve baba sevgisinden mahrum geçirdi. Babası tarafından terk edildikten sonra, California’daki Oakland’da, annesinin ve London soyadını aldığı üvey babasının yanında yetişti. On dört yaşında okulu bırakarak serüven dolu bir hayata başladı. On dokuz yaşına geldiğinde, dört yıllık ortaöğrenimini bir yılda tamamlayarak California Üniversitesi’ne girdi. Ancak öğrenimini yine yarım bıraktı. İlk kitabı Son of the Wolf (1900; Kurt Kanı) geniş bir okur kitlesine ulaştı. Ona kalıcı bir ün sağlayan yapıtı ise The Call of the Wild (1903; Vahşetin Çağrısı) oldu. Diğer önemli yapıtları arasında White Fang (1906; Beyaz Diş), Iron Heel (1907; Demir Ökçe) ve Burning Daylight (1910; Yanar Gün) sayılabilir. En kalıcı yapıtlarından biri olarak kabul edilen Martin Eden’ın (1909) yanı sıra iki otobiyografik romanı daha vardır: The Road (1907; Yol) ve John Barleycorn (1913). Kitapları yabancı dillere en çok çevrilmiş Amerikalı yazarlardan biri olan London; 22 Kasım 1916’da ardında çok sayıda eser bırakarak hayata gözlerini yumdu.